İki Yumurtadan Biri Kırılacak

İki Yumurtadan Biri Bir Gün Kırılacak

‘İki yumurtadan biri,  elbet bir gün kırılacak.
Derdi her zaman babanem.
Şimdi basamakları yavaşça inen dedemin arkasından bakarken birden bu sözler geliyor aklıma…
Evet o iki yumurtadan biri kılmıştı. Sağlam olan (şuanlık) o yumurta 75 seneden fazladır aynı yastığa baş koyduğu, aynı yastıkta kocadıkları, hayat arkadaşı olmadan, o soğumuş yastığa tek başına baş koyuyordu.
Ve kırılmış olan o yumurta bir bebek gibi bakıma muhtaç bir halde, sadece bizimle olan bedeni ile nefes almaya çalışıyordu.
Yaşamak denilirse, kesik kesik nefes alıp vererek bir günü öbür güne haraketsiz bir şekilde deviriyordu.

Ben Saime 23 yaşındayım (şu anda 28 yaşındayım), babanemin adını taşıdım, kendisi bu dünyadan göçtükten sonrada yaşatmaya başladım.
Kırılmış olan o yumurta benim babanem. Kendimi bildim bileli hayatımda olan ve benimle ilgilenen ikinci kadın oldu. Annem olmadığı zamanlarda belli bir yaşa kadar onunla büyüdüm, annemin yokluğunda onun sıcaklığına sığındım…
Bu satırları yazarken ben Saime 23, babanem Saime 94 yaşındaydı.
Şaşırdınız değil mi ?
Neredeyse koca bir asır.
Atatürk döneminde yaşamış, Cumhuriyet çocukluğunda ilan edilmiş.
Çocuklara ilk 23 Nisan armağan edilip kutlanıldığında , benim babanemde o şanslı çocuklardan bir tanesiymiş. Kendisiyle her zaman gurur duydum.
Atatürk dönemini görmüş, 23 Nisanı ilk kutlamış o kız çocuğu bir gün evlenip yuva kurdu, sonrasında anne oldu.
Kendi çocuklarını büyüttü daha sonrasında anane ve babane oldu.
Torunlarını gördü onları büyüttü, en sonunda ise torunlarının çocuklarını da görerek büyük büyük babane ve anane oldu.
Herkese nasip olmaz böylesi, ama kendisine ne de güzel nasip oldu.
Ve şimdi tekrardan en başa sararak, bebek gibi olmak nasip oldu.
Tıpkı dünyaya ilk ayak bastığı, gözlerini önce aralayıp sonrasında açtığı, annesinin rahmindeki yolculuğu son bulup dünyaya ilk geldiği haliyle…
Bir bebek gibi bakıma muhtaç ve mamayla besleniyor.
Tek fark; mamayı göğüsten taze ve doğal bir şekilde değil, midesine konulan Perkütan Endoskopik Gastrostomi ( şeffaf ince boru) yardımı ile şırıngadan alıyor.
Nasıl ki bir bebek sık sık acıkır ve doyurmak gerekir kendisini de sık aralıklarla besliyorduk.
Bir bebek gibi savunmasız ve başkasının yardımına ihtiyaç duyarak yaşamaya çalışıyor. Yaşamaya çalışıyor çünkü tam olarak yaşamıyor.
Sol tarafı felçli ve konuşamaz bir şekilde sadece yatıyor.
Hiç bir mimik yok. Gözleri bile başka bakıyor. Benim tanıdığım babanem gibi bakmıyor.
Ona hep ‘Boncuk gözlüm, ne olurdu benim de gözlerim sana benzeseydi’ derdim.
O bildiğim gözler artık hayatın sıcaklığı ile bakmıyordu. Boş, soğuk ve donuk bakışlar vardı gözlerinde.
Çoğu zaman bizleri hatırlamadığını düşünüyorduk. Bizi tanıdığına ve hatırladığına dair bir sıcaklık arıyordum yüzünde. Ama içten içe kalbinde bir yerlerde bizi hatırladığına inanıyordum. Ya da inanmak istiyordum.
Gözleri kadar gülüşü de çok güzeldi babanemin.
Hele birde takma dişlerini çıkarttıktan sonra görebilseydiniz onu tam da ısırmalık lokma oluyordu. Yaşlılığın da tatlısı oluyormuş bunu da onlar öğretti bana.
Ama hiç bir zaman doya doya öpemezdim onu çünkü yanakları yoktu.
Çok zayıftı, ve ben öpmeye çalıştığım zaman, yanakları olmadığından kemikleri olduğu için, içi boş bir oyuğu öpüyormuş gibi hissederdim.
Tadını alamaz, çok az aldığım tada da doyamazdım.
Bu yüzden doyasıya ellerini öperdim. Ancak o zaman toprak kokan, bahçe kokan, memleket kokan ellere doyabiliyordum.
Karadeniz kadınıydı tam bir eski topraktı. Sabah ezanının okunmasıyla Bismillah der kalkarlar tarlaya gider işini gücünü halleder, yatsı ezanıyla uyurdular. Hep bir haraket halindeydi belki de topraklarımız bu yüzden bu kadar bereketliydi.
Her yaz tatillerinde köye gittiğimde saçlarına kına yakardım. Kar yağmış gibi bembeyaz duran saçları pamuk tarlasını anımsatırdı bana.
Kına yaktığım saçlarını güzelce yıkayıp tarayınca kınalı kuzu gibi olurdu.
Babanem ile ilgili daha bir çok özel anılarım var sayfalara yazmakla bitiremeyeceğim.
Torunlarına hep ‘ Benim ömrüm Sizin olsun. ‘ derdi. Ama ben hiç istemezdim kalan ömrünün bizim olmasını.
Ve hepte dua ederdim kalan ömrünün hep bizim yanımızda kalarak geçirmesi için. Ona her seferinde sarılık öpebilmek istedim.
Ve artık kalan ömrünün artıklarıyla aramızda, sadece yatağa mahkum fiziksel olarak bakıma muhtaç bir bebek gibi.
Aklım ermediği zamanlar da dahi adımı hiç sevemedim. Beni yansıtmadığını düşündüğüm için bana bu adı veren amcama içten içe hayıflanırdım.
Herkesin bildiği, anlaşılması kolay milyonlarca çok güzel isimler varken benim adım neden ‘Saime’ olmuştu ?
Bu isimle beraber yanında manevi bir yıpranmaya da sahip olmuştum.
Sonrasında büyüdükçe ve bazı şeyleri anladıkça ismimi çok sevdim ve ona sıkı sıkı sarıldım. Benim ismim bana özeldi ve tek seferde anlaşılmıyor oluşu, veya yaygın olmayışı hoşuma gidiyordu. Bir taraftan da bu dünyadan göçen babaneme ismim ile sarılabiliyordum. İsmimin kolay veya güzel olmaması da umrumda değildi artık. Evet belki güzel bir isim değildi ama çok özel bir anlama sahipti. Tıpkı babanemle aramda olup asla kopmayacak olan özel bağ gibi.
Onu çok özlüyorum…
İçerde bir yabancı gibi. Fakat bu haliyle benim tanıdığım bildiğim babanemden çok farklı biri. Yabancı biri gibi sanki…
Evet içeri gidip ona hala sarılabilirim, ellerini öpebilirim. Fakat bir şeyler eksildi ve değişti.
Mimiklerini, gülüşlerini unutuyorum her geçen gün sisli bir duman kaplıyor üstünü.
Unutmamak için zihnimde asılı olan gülüşlerini yüreğimin derin köklerine bağlıyorum.
Peki ya sesi ? Kendimi ne kadar zorlasam da sesini bir türlü kulaklarıma bağlayamıyorum. Her geçen gün zayıflayan sesi belirsizleşmeye de başladı.
Ve hep hatırlamak istediğim, hiç gitsin istemediğim; Bakışları, sesi, gülüşleri…
Ve ben;
Merdivenlerden yavaş yavaş dikkatli bir şekilde inen, odası sıcak, yüreği soğuk dedemin arkasından kalbim buruk bir şekilde bakıyordum.
Neredeyse çocuk yaşta evlenip, yıllardır aynı yastığa baş koymuştu.
Şimdi ise o yastığa yalnız başını koymuş uyuyor veya uyumaya çalışıyordu.
Cevabını hiçbir zamanda bilemedim.
Ben ise sahurun sessizliğinde, evimizin balkonundan gökyüze bakıp yıldızları seyrederken, bir yandan da aklımdan şu cümle geçiyordu.

    ‘İKİ YUMURTADAN BİRİ ELBET BİR GÜN KIRILACAK.’

Babanem her zaman dedem ve kendisi için bu cümleyi kurardı.
Birbirlerine hayat, yol arkadaşı olabilmiş ve o yolda yaşlanabilmiş insanları, en çokta ‘yumurtaya’ benzetmeyi severdim.
Daha anlaşılır ve basit hissettirirdi bu benzetme. Yumurta çok bereketli ve kutsaldır. Anaçsallığı temsil edip, verilen nefes yeni bir candır. Bir kalp ritmi ve minicik parmaklardır.
Kadın yumurtanın içindeki ‘Öz, sıcaklık ve naiflik’, erkek ise yumurtanın dışındaki ‘kabuk, koruyandır’. Dış tehlikelere karşı yumurtanın özünü korur, sarar ve sahiplenir.  Sen bana hayat veren, ben seni koruyanım.
Sen olmadan benim, ben olmadan senin varlığımızın anlamı yok.
‘Ben hayat isem sende nefessin.’ Der yumurtanın kabuğu. Ve yumurta özü tüm sıcaklığıyla sıkı sıkıya sarılır koruyanına.
Ve yumurtanın yumurtladıkları böylelikle çoğalır. Ben de 3. Kuşak bir yumurtayım. 🙂
Birbirine kavuşan öz ve kabuk bir bütün elma gibi oldular.
Ne diyor du şarkıda ?
‘Bir elmanın yarısı biri sensin biri ben.’
Diğer yarını bulmak ve tamamlanmak çok büyük bir nasipmiş gerçekten.
Öyle herkese de nasip olmaz ‘AYNI CİNSTEN’ diğer yarını bulmak.
Peki ya elmanın diğer yarısı ? Ayrılmak zorunda kaldıysa diğer yarısından ?
Öyle ya dünyaya yalnız ve yarım geldik. Giderken de tam olarak gidebilmeyi düşünemez, isteyemezdik.
Her nefes bir gün son buluyor elbet bir gün göçme sırası bizede gelecekti. Böyle bir durumla karşılaşınca düşünmez mi diğer yarım ?
”Ben eksilmiş yarımla artık nasıl yaşayacağım. ? ”
Bu sorunun cevabını ne zaman düşünsem, ne zaman kendimi dedemin yerine koyup empati kurmaya çalışsam;
‘İçimi sonsuz acı ve hüzün kaplıyor.’
Çok zor onca yıllardan sonra ayrı yastıklara baş koymak…
Memleketteki evimiz iki katlıydı. Alt katında babanem ve dedem, üst katında ben ve çekirdek ailem yaşıyorduk. Diğer amcalarımın evleri hemen sırasıyla bizim evimizin yanındaydı.
Her yaz tatilinde memlekete gidip, evimizi açardık işte o zaman ayrı bir neşe geliyordu evlerimize.
Amcalar, yengeler, çoğu kuzenler hep bir arada tatilimizin keyfini çıkarıyorduk.
Ne kadar güzel ve kıymetli günlerdi o günler. Hayata olaylara biraz daha umursamaz bakabilip sanki sonsuza dek hep neşeyle bir arada kalacağız zannederdim.
Bir zamanlar neşeyle dolup taşan evimizin şimdi bir odasını babanem için hastane odasına çevirdik. O kalabalıktan eser kalmadı artık, bunda korona döneminin etkisi de çok büyük oldu tabi. Gelemediler, göremediler.
Ben ve çekirdek ailem buz gibi kış mevsiminde iki katlı evimize kapattık kendimizi. Bütün günümüz babanemin bakımı ile ilgilenlenmek , ev işleri ve dedemle ilgilenmek ile geçiyordu. Dedem her sabah üst kata yanımıza gelir, akşam uyku vakti geldiğinde alt kata, önceden sobasını yakıp ısıttığımız odasına geri dönerdi. Ve ben eminim, ‘Dedem her akşam uyumak için alt kata indiğinde, yüreğini üst katta bırakıpta gidiyordu.’
Dedemin uyuduğu odanın üzerinde ben uyuyorum.
Bazı geceler ağladığını duyar, bazen yemek yerken gözlerinden sessizce yaşlar aktığını görürdüm. Bunları fark edebilmek bu kadar hassas olabilmek beni de bin parça ederdi onunla birlikte. Çünkü hissetmek bazen bana çok ağır geliyordu ve ben çoğu zaman dedemin acısını hissederdim.
Boğazımda bir yumruk gibi çözülmez düğümün olduğunu hisseder, yüreğimi bir acı kaplar, kimseye de bir şey diyemezdim.
Tıpkı dedemin yaptığı gibi. Ve ben bu hassasiyetle dedemi bir nebze olsun iyi hissettirebilmek için elimden geleni yapar onunla bol bol sohbetmeye çalışırdım.
Dedem her zaman ‘Evin dışı temiz olmazsa içerisini merak etmezler, evin temiz olduğu dışardan belli olur’ derdi. Bende sırf içi rahat etsin diye evimizin etrafını, uzayan dikenleri otları, elime aldığım orakla temizlerdim. Hayatımda ilk kez elim o zaman orak tutmuştu. Defalarca kendisinden dinlediğim ve ezberlediğim türkülerini, hikayelerini unutmuşum gibi yaparak tekrar tekrar söylettirirdim ona. Sanatın yaşadığımız acı olaylar karşısında bir nebzede olsa derdimizi unutturup rahat nefes alabildiğimize her zaman inandım ve bu düşünceyi her daim savundum. Bu sürekli dedem için de yapmaya çalışıyordum.
Babanem dedemin sadece solundaki kalbi değil her zaman sol koluda olmuştur. Kendi önündeki yemekleri bile sürekli dedemin önüne sürerdi, sanki dedemin önünde hiç yemek yokmuş önü boşmuş gibi.
Dedem çayına şeker atıp karıştırmazdı, her zaman şekerini babanem atıp karıştırırdı. Ben bazen kızardım kendisine ama belki bu küçük ince detaylar onların arasındaki bağı özel kılıyordu, kim bilir ?
O kadar hürmetliydiler ki birbirlerine karşı. Ve benim için uzun bir süre geçmesine rağmen, ben hala bu duruma alışamadım. Dedemin çayına şeker atıp karıştırırken, aklıma babanemin çayı karıştıran zayıf ve damarlı elleri gelirdi. Sanki kaynar çayı benim kalbime dökmüşler gibi hisseder, yanardım. Yine düğümlenen bir boğaz durumu yaşardım o anlarda.
Ben bu zor ve acı günlerden kendime şu dersleri çıkardım.
Her şeyin geçici, yalan  olduğu bu dünyada iki şey gerçektir. Biri ölüm öbürü sevgi. Ölümü kabullenebilmek kolay değil tabiki, fıtratımız da vardı belkide. Doğuma inanıyorduk fakat beraberinde getirdiği ölümü kabullenemiyorduk.
Ne yazık ki gerçek değişmiyordu, ölüm bir adım ötemizdeydi.
Gerçeği soğukkanlılıkla kabullendiğimizde büyümenin kapsını da açıyorduk belkide.
Ve sevgi. Ölüm kadar gerçek ve acı olan sevgi. Bahsettiğim gibi; ‘Aynı cinsten olan diğer yarını bulmak gibi…’
Evet bir gün iki yumurtadan biri kırılacak.
Aynı cinsten diğer yarını bulup, tamamlanıp bir olduktan sonra, ‘Sizi ölüm bile ayıramaz ki…’


Not: Babanem her zaman ‘Ben önden gidersem dedenizi arkamda bırakmam onu da yanıma alırım’ derdi. Bir efsane midir bilmiyorum ama birbirlerini gerçekten sevmiş insanlar biri öldükten sonra arkasından diğeri de gider, çok durmazmış. Babanem bir Ağustos ayında bu dünyadan göçtü.
Dedem ise arkasında gerçekten de çok durmadı 3 ay sonra bir Aralık ayında da kendisini kaybettik. Rabbim rahmet eylesin huzur içinde uyusunlar.
Bu kadar ince fikirli, hassas olabilmek bana çok yorucu geliyor. Ama bir taraftan da mutluyum çünkü farkedebilmek ve bunları aktarabilmek bu sayede oluyor. Teşekkür ederim her şeye rağmen beni yapan her şey için…